Bu kadına bayılıyorum.. Her hafta ondan attuğı mailler sayesinde çoook şey öğreniyorum.Bu haftaki hele çok hoşuma gitti:) İstedim ki sizde haberdar olun.. İnternet sitesini mutlaka gezin.. Hatta gönül rahatlığı ile sipariş verin. Kesinlikle pişman olmayacaksınız.
Sevgiler,
Oley
Kasaptan
et alıp ekmek içi, karabiber, tuz, soğan ve yumurta sarısı ile yoğurarak beş dakikada köfte
hazırlayabilirdiniz. Sistem, ''Gerek yok'' dedi ''değerli vaktinizi
harcamaya.'' ''Reyonlarımıza gelin ve çalışan, modern kadının kurtarıcısı hazır köftelerden birkaç
kutu satın alın.''
Yok,
tadını beğenmediniz mi? Tamam, kendiniz alın eti... Ama en azından şu yan reyondaki
hazır köfte harcını kullanın.
Kuru
ekmekleri rondoya atıp pırıl pırıl galeta unu hazırlayabilecektiniz, gerek
kalmadı. Hazır galeta unları çıkıverdi önünüze.
Mercimek
çorbası kalktı sofralardan, hazır çorbalar girdi. Sütlaç gitti, puding geldi.
Limonata demode oldu, asitli içecekler doldurdu dolaplarınızı. Sonra limonata
birden yeniden moda oldu, ama sistem sizin için hazırlayınca oldu.
Yumurta,
şeker, un ve süt
çırpmaya mı üşenildi ne oldu bilmiyorum ama, hazır pasta tabalarına alışıverdi herkes.
Hazır kremalar sizi üç buçuk dakikalık büyük külfetlerden kurtardı. ''Zamanım
işime de yeter,
çocuklarıma da yeter; senede iki haftasonu kendi reçelimi, turşumu, salçamı
hazırlamaya da yeter.'' diyen annelere deli gözüyle bakıldı. Okula giden çocuğunun beslenme
çantasına kremalı bisküvi koyan, havuz başında o çocuğun eline para sıkıştırıp dondurmaya benzeyen, dondurma ile alakası olmayan
ürünler aldıran anneler normalden sayıldı. Ne büyük rahatlıktı... ''Aman o
kadar da olsun canım'' dı... İyi de hangi ara geldi bu tuhaf ürünlere güven, kimse
sormadı. Çarklar döndü, sistem işledi...
Devasa
bir para, devasa bir ticaretti... Büyüdü, dar geldi pazar. Sadece reklamlar
yeterli oluyordu. Ürün çoğaldı, pazar sabit kaldı. Haliyle klasik yöntemler yetmez
oldu.
Aslında
hiç ihtiyacınız olmayan bir ürünü, sanki onsuz yaşayamazsınız gibi
size sunmak... Yeni çağın pazarlama anlayışı bu.
''O
boyalı yoğurdu yemezse çocuğunuz güdük kalır'' dediler. Bizim anneler yemediler.
Baktılar tutmadı, güvenilir isimler reklamlara çıktı, yeni çağın ''sosyalleşmiş'' medyasında
gerilla savaşı başlatıldı. Sonuçta anneler bir şekilde
inandırıldı. Gerçekten bilinçli olan ve ısrarla karşısında duran
anneler ise toplum baskısı ile karşı karşıya kaldı. Çocuğunuza boyalı yoğurt yedirmediğinizi gören komşunuz, sizi şöyle bir süzüp ne kadar acımasız bir anne olduğunuzu mırıldandı.
İftar sofranızda, akşam yemeğinizde, bidon boy asitli içecek yoksa mutluluk haram size.
O mutlu aile tablosu... Anne, baba, dede, çocuk... Gülümseyen yüzler, sıcak
sohbetler... Hani sanki ayran içseniz kös kös oturup birbirinizi seyredecekmişsiniz de bu meşrubatı alınca
mutluluk güneş gibi doğacakmış salonunuzda. Ne bileyim, böyle acayip bir şey...
Şimdi tüm bu oyunlar, tüm bu fırtınalar bir bardak suda
kopuyor. Damacana sular ''tü kaka'' şeklinde, medyada çatır çatır alaşağı ediliyor. Üç
kuruşluk, zaten başında ruhsat
verilmesi abes olan rezil tesisler ile pırıl pırıl suları size getiren firmalar
aynı kefede lekeleniyor.
Ben
ambalajlı su sektöründen çıkalı beş sene oldu. Bir menfaatim yok. Hatta o gruptan olan ya da
kalan bir dostum da kalmadı. Tek başıma girdiğim, tek başıma başardığım, tek başıma çıktığım bir işti. Bitti.
Ama şimdi yapılanları
görünce, okuyunca bundan sonra neler olacağını anlıyorum.
Diyelim
kendi halinde kurulmuş, pırıl pırıl ama öyle pek de devasa olmayan bir işletmeniz var. Suyu
da çok kaliteli... Tüm ''büyüklerin'' gözü sizde. Devrilseniz, hemen tesisi üç
otuz paraya kapacaklar. Aşama aşama devirme planını uyguluyorlar. Büyük şehirlerde çok
satan, madalyalı, ödüllü mödüllü büyük su firmalarının bu güzel kaynakları alıp
''Exclusive'' olarak kendi portföylerine ekleyecekleri belli oldu bana göre.
Yıllar
yıllar önce dev bir şirket, arıtma su işine girdi. Koca bir fabrika kuruldu, koca koca cihazlar
geldi. Suyun sertliği, Magnezyum, Kalsiyum vb. değerleri güzelce
ayarlandı. Şık mı şık şişeler ve su dolapları ile satış başladı. Ne var ki
bir sorun vardı: Tüketici o kadar da salak değildi. Ütü suyunun
ta kendisi olan bu tuhaf şeyi, hiç kimse alıp kafasına dikmedi. Satılması için
perakendecilere baskı yaptı bu kez firma. Ürün gamında deli gibi satan başka içecekler
vardı. Gitti restoranlara, marketlere, benzin istasyonlarına... ''Eğer'' dedi, ''benim
içeceklerimi bulundurmak istiyorsanız, kapınızdan içeri sokabileceğiniz tek su
markası da benimki olacak.''. Bir yandan da ''Doğal Kaynak Suları
Bakteri Yuvası'' haberleri döndü durdu medyada o dönem, firma eh işte... Başarılı oldu gibi
iki yıl kadar. İki yıl boyunca pek çoğunuzun karnı şişmiştir o ütü suyundan, hatırlarsınız. :)
Ama işte yine olmadı.
Tüketici baskısı, en büyük şirketleri bile dize getirir. Bakterili kaynak suyu
haberleri fos çıktı, tüketiciye ütü suyu içmekten gına geldi, satışlar yine durma
noktasına indi. O firma, daha fazla dayanamayıp gitti, nitelikli bir doğal kaynak suyu
buldu. Tesisi ve kaynakları dudak uçuklatıcı bir para ile satın aldı. Şimdi her yerde
bunu satıyor.
Şu anda ortalıktaki karmaşa, bu ve bunun
gibi büyük firmaların genişleme operasyonundan başka şey değil. ''Yakındır, olacak'' denilen su savaşları başladı bile. Alışın, çünkü insan
eliyle yaratılamayacak en yaşamsal ihtiyaç o... Ben
alaylıyım, olanı biteni bildiğimce anlatırım. Derseniz ki ''Bu işin mektebinden de
açıklamaya ihtiyacımız var...'' Şu linkten, değerli hocamın görüşlerini okuyabilirsiniz. : Damacana Sular ile Ilgili
Bilgilendirme
Su işinde yapılanlar,
Organik Tarım meselesinde de yapıldı. Anadolu'da kuşaklar boyunca
çiftçinin kendi mahsulünden aldığı, ektiği tohumun nesi vardı..? Hiç ama hiçbir şeyi. Ama düzen doğal haliyle işlerse, bu işten kendine pazar
yaratmak isteyenler, para arayanlar nasıl nemalanacaktı? E kolay... ''Hepiniz
öleceksiniz'' yaygarası koparıldı. Bir yandan da Anadolu'nun her yanında
çiftçinin elinden tohumlar alındı. Yurtdışına çıkarıldı. Tereciye tere satılacaktı, üstelik bu iki
ayrı koldan yapılacaktı.
Tohum
almak, tohum satmak yasaklandı önce. Dolmalık biber dikeceksiniz ve
Balıkesir'den geçerken bir tarlanın ürününü çok mu beğendiniz? ''Dayı
bunun tohumu var mı sende? Aldın mı? Satabilir misin bize?'' diyemezsiniz. Alan
da suçludur, satan da... İlla ki sisteme para ödeyeceksiniz. Tohumculuk hakkındaki
kanunları araştırın Google'da.
İki sene önce, Adanalı bir polis ile ahbap olduk burada.
Kayınbiraderi Adana karpuzunun gerçek tohumlarına sahipmiş. Telefonunu
aldık, aradık, karpuz çekirdeği istedik. Kendimiz için dikeceğimiz, altı üstü
300 karpuz çekirdeğini posta ile, kargo ile yollamaktan korktu adamcağız. En sonunda
yalvar yakar, Adana otogarından kalkan bir otobüsün muavinine açıktan vermeye
ikna ettik. İzmir otogarında uyuşturucu kaçakçısı gibi tohumları alıp getirdik, ektik.
Bugün hala bu karpuzları yiyoruz biz. :) Tüketiciye de ZN_tdV6, ERKENCİ-3 gibi acayip
acayip isimli tohumlardan çıkan karpuzlar sunuluyor dört yanda.
Yine
de güzel gelişmeler var. Greenpeace büyük bir kamuoyu oluşturmak için elinden
geleni yapıyor. Yetkili makamlar üzerinde baskı kuruyor. Kanunun bazı maddeleri
iptal ediliyor artık. Bunlar iyi şeyler. :)
Ama
derseniz ki şu Tohum Takas Şenlikleri falan..? Onlar göz boyamadan başka şey değil. Tohumlar şenlik havasında
takas ediliyor da kim dikiyor..? Ben hiç görmedim. Kendilerine müşteri, basında bir
yer, belediyelerin pazar yerlerinde boş tezgah arayanlardan başka kimse yok oralarda. Dostlar alış-verişte görsün... Büyük
şehirlerden kalkıp
gelen, bu işi gerçekten seven birkaç permakültürcü dışında herkes
gülüyor o işlere. Bir sapta yirmi karpuz alan adam, bir sapta üç
karpuza razı olur mu hiç sizi düşünüp..?
Birinci
koldan GDO'lu tohumlar girer; ikinci koldan, aynı kaynaktan ''Organik
Tohumlar'' pazarlanır. Allanır, pullanır, üç beş dernek kurulan
pazarlardan iyice bir nemalanır, sertifikalar satılır, bilinçlenmeye çalışan tüketici
güzelce aldatılır.
Sevgiler,
Pınar